Feeds:
Yazılar
Yorumlar

YENİ ADRES

BURADA BULUNAN TÜM YAZILAR VE YENİLERİ ARTIK

http://fikiriscisi.com/

ADRESİNDE!!

BURADA BULUNAN TÜM YAZILAR VE YENİLERİ ARTIK

http://fikiriscisi.com/

 

ADRESİNDE!!

Bu yazı, Garanti Bankası hakkında yazılmış bir şikayet yazısıdır. Aşağıda yer alan her iki sorun da banka yetkilileri ile paylaşılmış ve tatmin edici bir çözüm bulunamamıştır. Yaşanan sıkıntıların sizler tarafından da bilinmesi gerektiğine inandığım için buradan da paylaşmak istedim.

Vaka 1: Aralık – 2009

Atatürk Havalimanı Dış Hatlar Terminali’nde cep telefonumla 444 0 333’ü arıyorum sabah saat 7 civarı.
Yine çok kolay bir sorunun cevabına ihtiyacım var. Garanti Zone’a yanımda misafir alıp alamadığımı soruyorum telefondaki görevliye. Bu arada, belirtmekte fayda var, genellikle her müşteri hizmetleri görüşmesi öncesinde belirtildiği üzere, bu görüşme öncesinde de müşteri memnuniyeti adına görüşmemizin kayıt altına alınacağı söylendi. Aldığım cevap 1 Ocak tarihine kadar yanımda 1 adet misafirimi Garanti Zone’da ağırlayabileceğim yönündeydi. Aldığım cevaba güvenerek bahsi geçen alana yöneldim. Kapıdaki görevli arkadaş, misafirimin giremeyeceğini, girmesi için 10 € ödemem gerektiğini söyledi bana. Ben de, ama müşteri hizmetlerinizden 1 Ocak tarihine kadar ücretsiz misafir ağırlama hakkım olduğuna dair bilgi aldığımı belirttim. Görevli bayan ise 1 Ocak 2009’a kadar bu imkanın var olduğunu söyledi bana cevaben. Sabah sabah, sorun yaşamamak için ödüyorum parayı ancak güvendiğim bir şey var… O da haklı müşteri (!) olmam.

Birkaç gün sonra bu sorunu internet üzerinden “haklı müşteri” (!) hattına iletiyorum.

Aynı gün, bana yanlış bir isimle dönüş yapıyorlar!
Sonra, hatalarını anlayıp ismimi düzelterek bir mail daha atıyorlar. Ancak, gelen mailde verilen cevap, sorunumun çözümüyle uzaktan yakında alakalı değil. Cevaben, bana Zone kullanma koşullarını iletiyorlar. (???)

Dayanamayıp, bu sefer sorunumu telefonla iletiyorum. Bakın diyorum, sizin bana verdiğiniz yanlış cevap yüzünden ben madur oldum. İnanmıyorsanız buyurun ses kaydımı dinleyin.

Telefonun diğer ucundaki bayan, bana, o tarihte hangi arkadaşımızla görüştünüz diye soruyor ve eğer görevlinin ismini vermezsem kayda ulaşmayacaklarını iletiyor. Yani sesinizi kaydediyoruz ama siz ismi ezberlemezseniz bu ses kaydı bir işe yaramıyor diyorlar.

Şaşkın şakın, sadece ve yine tebrik (!) edebiliyorum.

Gelin gelelim, hatalar zincirinin halkalarını listelemeye:

  1. Garanti Bankası müşteri hizmetlerinde çalışan görevliler, çok kolay bir soruya dahi doğru cevap veremiyorlar.
  2. Haklı müşteri hattı bir mail yazarken, doğru isme mail atmayı beceremiyor.
  3. Haklı müşteri hattı sadece sorun dinliyor, çözüm bulmaya çalışmıyor.
  4. Müşteri hizmetleri ses kayıtlarını sadece göstermelik olarak tutuyor ve bir işe yaramıyor..

Yaşadığım bu ikinci olay da ilki gibi sadece çok kolay bir soruya cevap almak içindi.

Garanti Bankası, Haklı Müşteri (!) diyerek bir beklenti yarattığının farkında mı acaba? Bence, bıraksın bu bir işe yaramayan hizmeti de çalışanlarını adam gibi eğitsin. Biz de, uğraşmayalım hakkımızı aramakla.

Sorun çözmeye çalışmak yerine –ki beceremiyorlar- sorunun çıkmasını engellemeye baksınlar.

Vaka 2: Ekim – 2009

Sadece tek bir soruya cevap alabilmek için sırasıyla tam 4 ayrı numara aramam gerekti. Aradım, üşenmedim.. Son aradığım numara ise bana sadece mesai saatleri içinde cevap verebileceklerini belirten bir ses kaydı ile cevap verdi.

Soru çok basitti: “Shop&Miles sahibi olarak S.Gökçen Havalimanı otoparkını ücretsiz kullanabilir miyim, kullanamaz mıyım?”

Bu soruya cevap almak için sırasıyla “444 0 333 >>>> 212 444 0700 >>> 212 213 3333 >>>> 212 310 2398” numaralarını aradım. Aldığım cevap mı??? Kocaman bir sıfır!!!

Bu durum hakkında şikayet belirtmek için tekrar 444 0 333ü aradığımda bana 444 0 338’i (Haklı (!) Müşteri Hattı) aramam istendi…

Ancak şikayetinizi, Haklı Müşteri Hattımıza sadece mesai saatleri içinde iletebilirsiniz dendi…

Kalktım, internetten derdimi anlatmaya çalıştım. Formu doldurdum, “Tamam”a bastım. Ancak, sistemsel bir sorundan ötürü şikayetimi alamadıklarını belirten bir yazı çıkıverdi ekrana.

Baştan aşağı fiyasko!!! Tam bir rezalet.. Bu süreçte emeği geçen herkesi, canı gönülden tebrik(!) ediyorum.

Affetmek erdemdir…

BURADA BULUNAN TÜM YAZILAR VE YENİLERİ ARTIK

http://fikiriscisi.com/blog/2009/11/affetmek-erdemdir/

ADRESİNDE!!

Affetmek, bağışlamak…

Af diledin mi hiç? Hata yaptın mı? Üzüldün, pişman oldun mu? “Naaptım lan” ben dedin mi?
Keşke, keşke söylemeseydim, gitmeseydim, terk etmeseydim, kırmasaydım kalbini diye düşünmedin mi hiç?

Hata, her insana; bağışlamak, büyük yüreklere, geniş gönüllere, erdemli bireylere mahsustur…



bu da ölesine olsun…

ne yazıyorum neden yazıyorum bilmiyorum bu gece… hatta şu anda klavyede parmakalrım bir o yana bir bu yana şaşkın şaşkın giderken ekranda ki imleç hiçbirşey yazmadan teker teker ilerliyor..

hasta geçirdim geçen haftayı, ki hala hastayım… aynı zamanda yastayım, inönüden çıkamadık bu sefer…

gitmek mi zor, kalmak mı zor diye bir şarkı vardı.. bi de hafta boyu o hastalıklı sesimle söylediğim “aklımda sen, fikrimde sen.. sevgimi nasıl söylesem” dizelerine sahip mustafa keser şarkısı… şarkıda bir gönderme falan yok, kimse üstüne alınmasın boş yere 🙂
ha ayrıca meyil niyeti olanlar varsa eğer, şarkıya bakıp kırmasınlar cesaretlerini.. 😉

2009’u geri dönüşler yılı ilan ediyorum… zamanında tozu kattıkları dumanda boğulan çok isim, bir hal yolunu bulup mışıl tıpış geri döndüler..
bu sene iyi geçmedi söylemem lazım, kader sizi seçmedi ama görmemeniz lazım…

sisli bir maziden uzakta yanlızca klavyeye yakın bir gece bu gece.. ve istanbula sis çöktü.. uçaklar kalkmadı, insanlar havaalanlarında perişanları oynadı… bir adam var, yazıları hoşuma gidiyor.. ailecek severek okuyoruz denesi bir adam.. bahsedesim geldi bir an.. yazının sonunda yazılarının evinin adresi var.. bi uğrayı verin ona.. kadir şinas biridir, buyur eder, bir tas ayran bi de yanına katık edecek ne azığı varsa paylaşır şüphe etmeyin…

aynesi iştir kişinin, lafa bakılmaz diye bir söz vardır.. bi de sabah ola hayrola.. soraaaa, görelim mevlam neyler, neylerse güzel eyler vardır…
hepsinden öte ise dinlenmemek üzere yürümeye karar verenler asla ve asla yorulmaz demiş muhterem…

yakın zamanda bir yola çıkacağım… bir tünelden geçeceğim o yolda…

dün gece rüyamda ali koç ile frank reijkardı gördüm.. selamlaştık ikisyle de.. zaten çok büyük ihtimalle gül cemallerini sadece “uyuku mode is on” iken görebilirim… frank türkçesi bozuk bir şekilde olsa da özen gösterdi benle aynı dilde konuşmaya… tebessüm ettim sadece..

bugün uyurken fark ettim ki uzun süre sırt üstü yatarsam sağ elimin yüzük parmağı uyuşuyor… olur da doktorlar okursa bu yazıyı bir teşhis koyuversinler bir zahmet.. dilerlerse yorum olarak iletebilirler teşhilerini.. gerçi onlar, büyük adamlar… böle küçük safsatalarlar uğraşmaya vakitleri yoktur..

zamane doktorları, size söyleyecek çok sözüm var ama özünü aktarayım.. “büyüdükçe küçülmeyi öğrenin” detay isterseniz alın size yazı.

daha yazardım ama biraz okumam lazım bu gece…

amaçsız bir yazıya bir günün sonu bulmak zor olacak…

Günün sonu:

Dam üstünde saksağan…

O güzel yazıların evinin adresi ise: http://mamochello.blogspot.com/

Son Cevabı Bilemedim…

 
Son 3 saattir uyumuyorum… Ne kolumda saatim var ne de duvarda… Ama 3 saat olduğundan kesinlikle eminim…
 
Her saat başı metal kapıya bir tokmak vuruyor… Her altı saatte bir ise 2 kere… Yerden yaklaşık 2 metre yükseklikte,
bir buçuk karış enindeki pencereden giren gün ışığı ise, altı saatte bir olmayan saatimi ayarlamama yardım ediyor.
 
Tam üç saattir bekliyorum… O ufacık pencereden, güneşin, ışıklarını bana hediye etmesini bekliyorum.
 
Bugün yirmi dördüncü gün… Yirmi dört gündür ne bir insan gördüm ne de sesini duydum.
 
Neden bu kadar hesap kitap adamı oldum?? Sanırım, günlerim sayılı diye bu haldeyim..

3 saattir gözlerimi en fazla bir kırpma süresi kadar kapalı tuttum… Karanlıkta olsa, sadece duvarları görüyor olsam da, etrafıma
durmaksızın bakmak istiyorum.

Şu anda ne hissetmem lazım diye düşünüyorum… Korkmalı mıyım acaba? Üzlmeli? Pişmanlık? Merak?…

Karışık meyve suları içersinde her bir meyvenin tadını net alamazsın ya.. İşte o haldeyim..

Üç gün kaldı…

Hepi, topu 72 saat…

72 saat sonra, insan yüzü göreceğim. Gördüğüm son insanlar olacaklar.

İnsanlar delirince mi kendi kendileriyle konuşurlardı?

Konuşacak kimsem yok ki duvarlardan başka… Bazen düşünüyor muyum, konuşuyor muyum farkında değilim…

Kendi sesimden başka tek ses var, o da kapıya vurulan demir tokmak… Ha bir de gardiyanın ayak sesleri.

Sayılı zaman çabuk geçer derler.

Mapusluk adama sorsunlar bir de bunu…

Bir de mapusun sonunda dar ağacı bekleyene sorsunlar…

Dışarda mevsim bahar mı, yaz mı kime ne? Bana ne?

Kaldı son 24 saat…

Karışık meyve suyuydu değil mi? Bugün menüde karışık yok.  Sadece korku var.

Korkuyorum çünkü bilmiyorum, ölünce sırattan nasıl geçeceğimi bilemiyorum… Geçemem ben o köprüden, arafta falan da kalamam…
Korkum ölmek değil, ölünce çekeceğim cezalar…

Son 6 saat…

Ne zaman soracaklar son arzu mu? Sorsalar, cevap verebilecek miyim ?

Ne ister bir insan ölmeden önce… Panik içindeyim… Aklım, aklım bana ihanet ediyor…

Bu nasıl iş? Neden nasıl idam edileceğimi bilmiyorum?

Son saatler…

Peki ya imam? İmamı geçtim, bir din adamı olsun…

Çok korkuyorum…

Vakit geldi…

Kolumda iki gardiyan, üzerimde beyaz bir gömlek var, yırtık keten bir pantolon…

Gözünü kapatalım mı? diye sordu adamlardan biri…

Ses, ruhsuz, mekanik ama tanıdık… Bu tanışıklık beni umutlandırdı… Fukara ümidi..

İdam alanına giderken, gözlerim asılacağım yeri aradılar… Bulamadılar.

Daha sonra bir manga asker gördüm, duvarın dibine çökmüş kimi, kimisi sigara içiyor…

Duvarın önüne doğru zorla yürütmeye başladılar beni… Duvarın gölgesine doğru…

Sanki o gölge beni kurşunlardan koruyacakmış gibi bir his doğdu içime. Fukara hissiyatı..

Bu son yürüyüşümde fark ettim ki. Birileri bu idamı izleyecek. En azından göz önünde idam ediliyorum.

Eski bir dost gördüm uzakta… Ağlarken bağırıyordu:

“Eyüüüübbb, seni haksız yere idam ediyorlar!!”

Sesimi çıkaramadım… Sarhoştum, korku sarhoşu…

Ellerim arkamdan bağlı, duvarın önünde durdum.

Karşımda, dizili askerler… İsimleri neydi? Kaç yaşlarındaydılar? Kime ne?

Dizlerim son anda bana ihanet ettiler ve beni taşıyamadılar.

Diz çöktüm vurulmadan önce… Ama dilim hala benimle aynı saftaydı.

Juliete döndüm ve var gücümle bağırdım.

“Ya haklı olsalardı?”

Tüfek patlamalarının altında bu ses duyulabildi mi acaba ?

Bu son sorumun cevabını bilemedim…

Gerekli Bir Açıklama

84955327Merhaba,

“Merhaba” diyerek başlıyorum çünkü birazdan okuyacaklarınız, daha önce yazılarımı hasbelkader okumuş yada düzenli olarak okuyan sizlere bir mesaj niteliğinde olacak.

Yazı yazmayı gerçekten çok seviyorum ve benim için çok önemli bir terapi. İnternet üzerinde birçok farklı platformda yazılarım, farklı entegrasyonlar ve kaynaklar sayesinde dağılmakta.

Ancak, son zamanlarda yazdığım bir yazı diğerlerinden çok daha farklı mecralarda ve çok daha fazla yorumla karşıma çıktı.

Beni yakinen tanıyan, tanımayan, sosyal çevrem ya da iş çevremden bir çok kişi tarafından olumsuz olmamakla birlikte bu yazı hakkında yorumlar aldım.

Hatta ilginçtir, yazının başlığı ve içinde geçen bir kelime yüzünden, arama motorlarından eskiye oranla blog siteme çok daha fazla ziyaretçi yönlenir oldu 🙂

Bu yazının adı şuydu: “Bir orospuya aşık oldum

Başlıktan belli olacağı gibi, yazının içeriği, bir erkeğin kendi ağzından bir hayat kadınına olan aşkını anlatmaktaydı. Ancak, sanırım yazı çok başarılı olmuş olacak ki, baştan aşağı kurgu olan yazı okuyanlar tarafından gerçek bir hikaye olarak anlaşılmış.

Açık ve net olarak belirtmem gerekir k,i bu yazı tüm kelimelerine varana dek HAYAL ÜRÜNÜDÜR.

Bundan sonra, bu tür karışıklıklara mahal vermemek adına HAYAL ÜRÜNÜ olan tüm yazılarımı “AAB Hayal Ürünüdür” kategorisi altında toplayacağım.

Merak içinde olan tüm sevgili dostların bilgisine sunulur. 🙂

Sevgiler,

AAB

sole1. Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir.
2. Değişim dışında her şey değişir.

Aslında iki cümle de anlam bakımından birbiri ile aynı.

İlk cümleye bakacak olursak, özünde tutarsız,
kendi kendini çürüten bir cümle aslında.
Bir paradigma.
Karmaşık, anlaşılması birinci planda zor.

İkinci cümleye bakarsak, gayet düzgün, anlaşılır ve net.

Sonuç itibari ile mana açısından her iki cümle de aynı nihayi noktaya varıyor.

Peki sizce Heraklietos bu cümleyi, ilk değilde ikinci haliyle sarf etseydi, bu kelimeler yüz yıllar boyu söylene gelirler miydi?

Bence HAYIR!

İki cümle arasındaki en büyük fark, ilkinin duyan kişiyi düşünmeye sevk etmesi, olduğu kanısındayım.

İşte bu yüzden ne söylediğin değil, nasıl söylediğin önemli…

Bana o kelimeyi kullanmayın!!!!

acil2Aynı kelimeyi defalarca tekrarlayıp, kelimenin ne manaya geldiğini bir an olsun kavrayamadığınız bir an yaşadınız mı hiç?

Benim tahminlerime göre yaşamış olmanız gerekli.
Eğer, aksi bir durum söz konusu ise, bende bir arıza var demektir.

Bende arıza var olduğu fikrindeyseniz eğer, şu satırlardan sonra bu yazıyı okumamaya karar verirseniz hiç ama hiç darılmam, kırılmam. : )

Az önce dediğim gibi, aynı kelimeyi hızlı bir şekilde, durmadan tekrar edersem, genellikle o kelime çok kısa bir süre için anlamını yitiriyor.

Deklanşör, deklanşör, deklanşör, deklanşör, deklanşör, deklanşör, deklanşör, deklanşör, deklanşör, deklanşör, dekla…

?????

Neydi bu “deklanşör”?

Her neyse, gelin gelelim bu yazıyı yazma sebebime…Acele ise seytan karisir

Beni iş dünyasında en çok rahatsız eden noktadan bahsetmek için yazıyorum bu yazıyı.

Bir kelime var ki onu duyduğum an caiz tabirle cinlerim tepeme çıkıyor.
Bütün şevkimi kaybediyorum.
O kelimeyi sarf eden kişiye karşı içimde tarifi zor bir tepki oluşuyor.
(Tepkinin süresi elbette ki kişiden kişiye değişmekte)

Ve bu kelimeyi o kadar sık duyuyorum ki rutin bir iş gününde, benim için hiçbir şey ifade etmiyor artık.

Ne mi bu kelime?

ACİL!!!

Acil, acil, aAcil Deme!!cil, acil, acil, acil, acil, acil, acil…..

Her iş acil, her şey acil, her konu acil, her tanımlama acil, her istek acil, her toplantı acil…

İş dünyasında acil konu yok mudur? Elbette vardır. Kimi anlar olur ki 5 dakika içinde karar verip hayata geçirmeniz gerekir.

Ama her maili kırmızıya boyamak ve her cümle içinde ACİL diye bağırmak, olacak iş değil doğrusu.

Yineliyorum, acil kelimesi, artık benim için gerçekten pek fazla bir şey ifade etmiyor.

Bu kelimeyi çok sık kullanan kişilere ise ufak bir tavsiyem var:

Lütfen, herhangi bir zorunluluğunuz olmadan (ki canı gönülden olmamasını dilerim) evinize en yakın devlet hastanesinin acil servisini bir gece ziyaret edin.

İşte o  zaman anlarsınız “ACİL”in gerçek anlamını!!!

O çınarın gölgesinde

untitledAgır ağır yürüyorum fazla dik olmayan bir bayırda.

Önümde ufak bir tepe ve o tepenin üstünde tek başına dimdik duran bir çınar var.

Heybetli…

Havada cennet huzurunu hissediyorum. Bildiğimiz dünyada değilim sanki.

Adımlarım, normal uzunluklarında değiller. Alışılagelmiş hallerinden daha dar ve daha sık adımlarla tırmanıyorum.

Derken, önümdeki patikada takip ettiğim ayak izlerini görüyor, bir an şaşırıyor ve olduğum yerde duruyorum.

Durup, geriye dönüyor, geldiğim yöne doğru bakıyorum. Baktığım yönde sadece kendi ayak izlerim olduğunu görüyorum. O ayak izlerinde benim olmayan tek şey ise adımlar arasındaki mesafe.

Durup kaldığım yerden aynı nizamla yoluma devam ediyorum, çınara doğru.

Huşu içinde, büyük huzur ve dinginlikle tırmanırken bayırı, varmak istediğim çınara ulaşabilmek için, adımları takip etmekten vazgeçmem gerektiğini fark ediyorum.

Yol ayrımı noktasında şüphe etmeden, daha önce yürünmemiş olanı tercih edip, bildiğim gibi, kendi adımlarımla yürümeye başlıyorum.

Göz açıp kapayana kadar varıyorum çınara…

Bir adam oturuyor dibinde ağacın… Sırtı çınara dayalı, dizleri karnına doğru çekilmiş ve ayak tabanları tamamıyla yere basar şekilde oturuyor. Gözleri kapalı… Dudaklarında güven veren bir gülümseme var. O anda anlıyorum cennet huzurunun kaynağının bu adamın varlığından beslendiğini.

Anın büyüsünü bozmamaya çaba gösterircesine bir nezaketle aralıyor gözlerini.

Göz göze gelince, hasret kaldığım gözlerin renklerini görüyor, mutlanıyorum.

Ben de gülümsüyorum O’na…

Özlem dolu bir sesle: “Otur diyor Koçolding… Gel, otur çınar gölgesine.”

“Senin yerin bu gölgede…”

Tek kelime etmeden oturuyorum karşısına.

Zaman diye bir mefhum kalmıyor aramızda. Anlatılması na mümkün bir hal içinde özlem gideriyoruz.

Sonra birden konuşmaya başlıyor yeniden:

“Sağ omzunun üzerinden arkana bak” diyor.

Dönüp bakınca, dibinde oturduğumuz çınarın köklerinden bir fidanın can bulduğunu görüyorum.

“Doktor, niye bu fidanı bu çınarın gölgesinde yetiştiriyorsun diye soruyorum.” Biraz hiddetle

“Güneş görmezse büyüyemez diye de ekliyorum.”

“Merak etme” diyor bana sakince.

“Çınarın gölgesi ona güneş gibidir. Sen nasıl önce yoldaki adımları takip ettin ve zamanı gelince kendi yolunu çizip buraya gelebildiysen o fidanda tıpkı sen gibi zamanı gelince güneşe yönelmesini bilir, becerir diyor.

Sakinleşip, idrak etmeye çalışıyorum. Aynı omuz üzerinden dönüp fidana tekrar bakıyorum bir süre…

Sonra önüme dönüyorum. Dönünce çınarın dibinde kimseyi göremiyorum.

Doktor! Diye sesleniyorum. Rüzgar esmeye başlıyor.

Sesimi yükseltip, Doktoorr diyorum.. Çınarın yaprakları hışırdıyor.

Bunun üzerine kısık bir sesle doktor diyorum…. Bir ses kulağıma Koçolding diye fısıldıyor.

Uyanıyorum…

Gelinin de sarisi

Galatanin meyhanesinde cinladi bir ses
Sari gelinin derdini anlattı bana..

Sesin hanceriydi yüreğimi acıtan 
Akan kandi acımı dağlayan

 Galatanin meyhanesinde cinladi bir ses
Sari gelinin derdini anlattı bana..

Sesin hanceriydi yüreğimi acıtan 
Akan kandi acımı dağlayan